• Sayın Üyeler,

    Site görünümünün gündüz açık renk tema, gece koyu renk tema olacak şekilde otomatik değişmesini sağlayan bir düzenleme yapılmıştır. Görünümün otomatik değişmesini istemiyorsanız, bu ayarı hesap tercihlerinizden kolaylıkla değiştirebilirsiniz. Açık/Koyu temalar arasında ki geçişin otomatik olmasını istemeyen üyelerimiz üst menüde yer alan simgeler yardımıyla da kolayca geçiş yapabilirler.

    Site renklerinin günün saatine göre ayarlanmasının göz sağlığına faydaları olduğu için böyle bir düzenleme yapılmıştır. Fakat her üye görünüm rengini tercihine göre kullanmaya devam edebilecektir.

Duyarsızlaşma.

CMNet Okuru

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 Eylül 2015
Çocuğunuzun şikâyeti nedir, dedi doktor.
- Ağlamıyor!
Doktor şaşırmıyor. Çocuğun annesine; "Herkes ağlayan çocuğunu getiriyor. Sen niye geldin?" demiyor. Ağlayamamanın, ağlamaktan daha önemli bir belirti olduğunu biliyor. Onlarca test ve tahlil yaptırdıktan sonra üzgün bir ifadeyle: "Otonom Duyu sinirlerinde irsiyete bağlı bozukluk (Beşinci Tip Nöropati)" diyor...
Keşke üç yaşındaki kız çocuğu Gabby Gingras düşüp bir yeri acıdığında ağlayabilseydi! Elini, dilini, çiğneyip kanatan, plâstik oyuncaklarını ısırırken dişlerini koparan, gözlerine soktuğu parmağıyla korneasını yırtan Amerikalı Gabby Gingras, tedavisi olmayan hastalığı yüzünden acı duymuyor, beynine ağrı gitmediği için kendine zarar veriyordu. ABD'de aynı hastalığı çeken diğer bir çocuk, elini sobanın üzerine koymuş, annesinin aldığı et kokusuyla yanmaktan kurtulmuştu.
Akşam eve dönüyorum. Kaldırımda biri oturmuş ağlıyor. Belli ki dilenci değil. Önünden geçiyorum, durup derdini sormuyorum, gözyaşlarına sebep ne diye merak etmiyorum. Yürüyorum, benden önce de başkaları geçiyor; tıpkı benim gibi. Öyle bırakıyoruz dertliyi derdiyle...
Eve geliyorum, ev sıcacık. İçime bir huzursuzluk oturur gibi oluyor, pek aldırış etmiyorum. Televizyonu açıp bir aşağı bir yukarı kanal değiştiriyorum. Haber izlemeye karar veriyorum. Felâket haberleri: "Deniz kalktı ve yürüdü..." Yürüyor deniz, evleri, arabaları, bir şehri almış götürüyor. Yüzlerce ölü var, kayıp sayısı binleri geçecek. Her şeyini kaybetmiş binlerce insan... Kıpırtısız izliyorum. 'Tüylerin diken diken olması' nasıl şey, bilmiyorum. Yumuşacık koltuğumda aksiyon filmi izler gibi; öyle rahat, öyle boş gözlerle, hissiz bir kalble seyrediyorum. Beni seyreden Bir'inin varlığından habersiz gibi...
Beşinci Tip Nöropati. Bu hastalığın bendeki adı duyarsızlaşma hastalığı. Yine bir kış günü, gece vakti eve dönerken on iki-on üç yaşlarında üç çocuk... Ellerinde sigara, birbirlerine yüz kızartan hitaplar. Nerden öğrendiler bu çirkin lâfları! Elbiseleri kir içinde, içleri de dışları da darmaduman. Onları da hayatımdan normal bir kare gibi geçtim. Yine eve girdiğimde ev sıcacıktı, içime bir huzursuzluk oturur 'gibi' oldu. Yine aldırış etmedim.
O kadar çok yitirilen çocuk, yitirilen insan var ki... O kadar kaldırılamaz dert var ki... Bütün bunlar karşısında unutkanlık çukuruna salıverdiğim kalbimde 'tın' yok! Robot gibi sabit çalışıyor, 'can' yok!
Ve yazar Ali Ural, bu hastalığı anlattığı yazısının son cümlesinde, bu hissizliğe vurgu yapıyor: "Acı çekmeye başlamazsak yanmaktan kurtulamayacağız!"
Acı çekmeye hevesli olmak doğru değil, iyi bir şey de değil acı çekmek. Ama ya yanacaksak? Ya acı çekmek ihtiyaçsa?
İnsanız, unutuyoruz diyoruz bazen, kurtarmaya çalışıyorum kendimi. Unutmak insanın gerçeği. Bu teselli oluyor bana. Sonra iyice kendimi kontrol ettiğimde kaçamıyorum bulaşan hastalıktan. Hasta olduğumu kabul ediyorum. Unutmakla alâkalı değil bu. Çünkü o ânda; gördüğüm, şahidi olduğum esnada kıpırtı yok, hareket yok. Müteessir olmuyorum. Gözlerimin takıldığı karenin içinde ben olabilirdim oysa; sahipsiz, sahiplenilmemiş çocukların içinde, derdin takatini tükettiği insan... bir felâketin, dünyadaki her şeyini alıp götürdüğü bir tükeniş tasvirinin içinde olabilirdim. Gözlerimin takıldığı kareye yüreğim takılmıyor, demek ki ben hastayım.
Televizyon başındaki kendimize, off çeken eşimize, içinde ne gizlediğini merak etmediğimiz, elinde telefon bizden uzak genç kızımıza, internetle meşgul oğlumuza duyarsız kaldık. Teknolojinin, konforun, sosyal paylaşım sitelerinin yalnızlaştırdığı topluma duyarsız kaldık. Özellikle internetteki sosyal paylaşım siteleri; facebook, twitter... Öyle hâle gelmişiz ki sanal âlemde, "Sırtımdaki mızrağı ben facebook'tayken çıkarın!" diyecek kadar kendimizden geçiyor, etrafımıza duyarsızlaşıyoruz. Çocuklarımız evde olsun da nasıl olması önemli değil; ne izlediği, ne yaptığı önemli değil bizce...
Küçük kızımıza 'sindy bebek' alıyoruz. Sindy bebek mini etek giymiş. Küçük kızımız onu çok seviyor... Okula giden çocuklarımızın çantasında örümcek adam resmi var...
Dizi izliyoruz, "çağdaş" bir aile. Gelin-damat, kaynana-kayınbaba, çocuklar, geniş bir aile. Kahvaltı yapıyorlar, yatak odası kıyafetiyle oturmuş gelin hanım. Herkes çok rahat, her şey çok tabiî(!) ve evin hizmetçisi başörtülü, kapalı bir hanımefendi. Pardon hanımefendi değil hizmetçi!
Çocuklarımızın şuuraltına yerleşen bu acayip duruma duyarsızlaştık.
Acıyı hissetmiyorum. Günahlarımla hatalarımla ısınıyor, yanıyorum; ama acı hissetmiyorum. 'Mukaddes bir acı' yok.
Istırap; göremediğimiz acıları da hissetmek, 'Dünyanın herhangi bir yerinde, birinin bir şeyine zarar gelse, kendimi mesul tutarım.' hassasiyetinde olmak. Ateşe koşan, yandığının farkında olmayan bir neslin kokusunu hissedip, anne şefkatiyle koşuvermek.
Dua... "Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var!" Istıraplı duanız.
Var mıydı öyle bir duam! Acı çekmeye başladım mı!? Acı çekmeye başlamadıysam, yanmaktan kurtulamayacağım demektir!
 
yazı düşündürücü. toplumsal olarak değil tabii. bilimi alıp dini yargılara varmak için kullanırsak kaçınılmaz olarak karşılaşacağımız teolojik problemler konusu düşündürücü.

acı çekmeyen bir beden kısmı mesela. bu bedenin içindekine cehennem nasıl anlatılır acaba? acıyı bilmeyen bir insan cehenneme inanabilir mi? inanmasa bu bir çeşit mazeret sayılmaz mı?
 
Yalnız adam dini yargılara değil vicdani yargılara varıyor.Sadece vicdani hesaplaşmasını din üzerinden yapıyor. O din üzerinden yapar, bir başkası başka bir şey üzerinden, ben başka bir şey üzerinden...

Bedeni olarak acı çekmemek ruhsal olarak acı cekilmeyeceği anlamına gelmez. Ve acı çekemeyen bir ruh olduğuna ben inanmıyorum...Bu yüzdende ''din'' kavramı bedeni değil ruhsal bir olaydır. Ve her ruh aslında vicdanı yüzünden bir dine sahiptir. Bu kiminde müslümanlık olur, kiminde hristiyanlık, kiminde putperestlik, kiminde inkar vs... Ama illaki bir dine (din=vicdan) sahiptir. Çünkü ''din'' ruhsal tatmini sağlamanın en kolay yoludur...
 
inkar dini var mı? ben bilmiyorum. biri ortaya bir dünya görüşünü doğaüstü kavramlardan destek alarak attıysa, buna karşı şüpheci olmanın adı inkar değildir zaten. o da ayrı mesele.

ruhsal acı kavramı zaten sorunlu. ruhsal acı dediğimizi az evirip çevirirsek bunların yoksunluk, tedirginlik ve güvencesizlik gibi kavramların karışımından ibaret bir "toplam parametre" olduğunu görebiliriz. sevdiğimizin vefatı yoksunluk ağırlıklı, ufukta beliren bir ölüm ya da yaralanma tehlikesi tedirginlik ağırlıklı, sevgilimizin terk etmesi güvencesizlik ağırlıklı ruhsal acılardır. örnekler çeşitlendirilebilir, kişilere göre değişik de yorumlanabilir. bunların bedenin sinyallerini işleyen bir beynin ürünleri olduğu tip 5 nöropati sahibi kız tarafından ya da bilinci kapatmayan anestezi deneyimi yaşamış diğer insanlar tarafından kısmen ispatlanan bir hipotez.
yani ruh beden ayrılığı diye bir şey yok. ha, beyini iki yarıya ayırabiliyoruz ama ruhu bedenden ayıramıyoruz. o da bir başka pozitif bilim risalesinde tartışabileceğimiz bir fenomen zaten.

ruhsal tatminde dinin günümüzdeki yeri için; "mutluluk hap olmuş, cennet disko" diyen fikirtepe sokak gençliğinin duvar yazıları da önemli bir yol gösterici. ben o ekolü takip ediyorum.

(fikirtepe değilmiş, moda'ymış.)
 
@CMNet Okuru

Anlaşılmayan kısım olarak ''inkar'' kelime anlamıyla tam oturmamış olabilir.Semavi dinlere inanma eğilimi olup da buna karşı bir savunma mekanizması geliştiren ve temel olarak ''Semavi dinlerdeki'' Tanrı kavramını olumsuz yönde sorgulamayı amaç edinmiş bir yaklaşımdan bahsetmiştim. Tanımlanmış bütün dinleri reddeden kişilerden farklı yani.
 
deistler gibi yani?
tabii, şimdi bunun ateisti var, agnostiği var, panteisti var, ignostiği var. pek azınlık da değiller. (tamam ignostikler azınlık biraz)
inkar bunları karşılamıyor. ihmal belki. hesaplarımızda bu tanrı faktörünü ihmal ediyoruz.
 
Valla şimdi ne desem bilemedim ki... Hani fazlada yorum yapamıyorum resmi dinler hakkında bilgim biraz zayıf olduğu için. Açıkcası pek ilgi alanıma da girmiyor. Mesela yukarıda bir çok isim verdin, çok şükür deistlikle ilgili bir cümle, ateistlikle ilgili bir kaç cümle tanımlama aklımda kalmış da yazdığım tanımlamayla ilgili bir karşılaştırma yapabildim.

Nedense ilgimi çekmeyen şeyleri kurcalamamayı seviyorum. Sanırım mevcut inanç sistemim de şu an için ruhsal tatminimi sağlıyor ki bu zamana kadar böyle bir şeye ihtiyaç duymamışım. Aslında genel kültür olarak iyi olabilirdi ama bilgi kirliliği olsun da istemiyorum beynimde :)
 
bu tür şeyleri hiç denememek en iyisidir derler zaten. perspektif değişimine yol açar, sosyal statüde değişikliğe neden olur, toplumun çoğunluğunun kişiye yaklaşımını değiştirir. biraz uğraştırıyor.
 
@CMNet Okuru

Beni değil ama... :) Nedendir bilmiyorum ama gerçekten ilgimi bir türlü çekmiyor. ( Bu tür bir düşünce tarzının yanlış olduğunu kabullenmeme rağmen). Düşünce tarzımı biraz daha sorgularsam bunun altından muhtemelen çok sık yapılan dini tartışmalar çıkacaktır sanırım. Beni olaydan tamamiyle soğutuyor...
 
dini tartışmalardan çok böyle:

PFJPtVRlI64

feyizli sohbetleri sevdiğimden ben bu olayın meftunuyum. buradaki meşhur hintli nörolog dayı beyninin bir yarısı inançlı, diğeri inançsız olan hastasını(*) gözlemleyerek vardığı saçma sonuçları açıklıyor. adamın hangi beyin tarafına göre semavi din cennetine-cehennemine gönderileceğini sorgulamayı teologlara bırakıp kapatıyor. pozitivis işte.

(*:aslında hasta artık hasta değil, eskiden sara hastasıymış, beynini iki parçaya bölmüşler, geçmiş)

bu tür şeyler çerezlik popüler bilim, eğlenceli. sevilmez mi?
 
Üst