• Sayın Üyeler,

    Site görünümünün gündüz açık renk tema, gece koyu renk tema olacak şekilde otomatik değişmesini sağlayan bir düzenleme yapılmıştır. Görünümün otomatik değişmesini istemiyorsanız, bu ayarı hesap tercihlerinizden kolaylıkla değiştirebilirsiniz. Açık/Koyu temalar arasında ki geçişin otomatik olmasını istemeyen üyelerimiz üst menüde yer alan simgeler yardımıyla da kolayca geçiş yapabilirler.

    Site renklerinin günün saatine göre ayarlanmasının göz sağlığına faydaları olduğu için böyle bir düzenleme yapılmıştır. Fakat her üye görünüm rengini tercihine göre kullanmaya devam edebilecektir.

Bir daha dene

Melih Coşar

Yönetim Grubu
Danışmanlık Grubu
Danışmanlık Grubu Yönetim Grubu
Katılım
3 Temmuz 2010
Şehir
Ankara
Firma
.
Normalde Kişisel Gelişim yazılarını pek sevmem. Yazarlarını, yazdıkları gaz verici yazılarından ötürü biraz samimiyetsiz bulurum. Ancak geçenlerde internette dolaşırken denk geldiğim ve verdiği örnekler açısından biraz daha "gerçekçi" bulduğum bir yazıyı sizlerle paylaşmak isterim:

“Sopanı Sallamadıkça Topa Vuramazsın”

Malcolm X, not defterlerinden birisine şöyle yazmıştı: “Büyüklerin çocuklardan alacağı bir ders vardır; başarısızlığa uğramaktan utanmamak, toparlanıp bir daha denemek.” Gerçekten de bir çoğumuzun harekete geçmemesinin nedeni bu değil mi? Hata yapmaktan, yanlış olarak adlandırılacak bir davranışı yapmaktan korkmak. Bu sözün devamını getirmiş, şöyle yazmış Malcolm X “Ama büyükler olarak bizim çoğumuz öylesine korkak, öylesine çekingen, öylesine ‘tedbirli’ ve bu yüzden öylesine içine kapanık ve yüreksiz ki... Birçok insanın başarısızlığa uğramasının nedeni de bundan başka bir şey değildir. Ortayaşlıların pekçoğu kendilerini başarısızlıktan emekliye ayırmışlardır çoktan.”

Evet, Malcolm X’in kaleme aldığı bu notun biraz öfkeli bir tonu var. Ama bu onun geçerliliğine de, haklılığına da gölge düşürmemeli. Hatta bu öfkeli tonun durumun yeterince anlaşılması için faydası var. Onun bu sözü bizi sarsıyor ve kendimize gelmemize neden oluyor. Belli ki Malcolm X “kendilerini başarısızlıktan emekliye ayıranların” ya da buna eğilim gösterenlerin yüzüne bir tokat gibi inmek istiyor. Belli ki o, daha erken yaşta, gerekli çabayı göstermeden “ununu elemiş, eleğini de duvara” asmışlara sesleniyor.

“Satışta Başarı” adlı kitabın yazarı Frank Bettger beyzbolda geçerli olan bir kuralın satıcılıkta da geçerli olduğunu söyler. Bu kural şudur ve aslında kanımca tüm yaşamda geçerlidir: “Sopanı sallamadıkça topa vuramazsın!” Bettger, çabalamadıkça, denemedikçe, herhangi bir işten sonuç beklememizin gerçekçi olmayacağını söyler. Beyzbol sahalarının bu deyişini satış yapmaya uyarladığında, ilk yıllarında işinde başarılı olamamasının nedenini çözer. O, müşterileriyle yeterince satış görüşmesi yapmamıştır.

Kendini tanımanın ustası Dostoyevski, “Beyaz Geceler” adlı uzun öyküsünde hayaller kuran ama bir türlü harekete geçmeyen kahramanını şöyle konuşturur: “Ve şimdi kendi kendime soruyorum: ‘Hadi ne oldu rüyalarına?’ Başımı mahzun mahzun sallayıp ‘Seneler hızla geçiyor...’ demekten başka bir seçeneğim yok.”

Bununla yetinmez başka sorularda sorar kendine “Gençlik yıllarını nasıl geçirdin?”, “En mutlu anlarını nereye gömdün?” ve acımasızlaşır “Hakikaten yaşadın mı sen?”
Öykünün kahramanı halen yaşamını değiştirecek bir şey yapamasa da sonunun nasıl olacağını görmüştür: “Geride aptalca rüyalardan, budalaca hayallerden başka bir şey bırakmadan, bir hiç, yuvarlak bir sıfır olarak çekip gitmek...”

Ne diyordu Malcolm X “Ortayaşlıların pekçoğu kendilerini başarısızlıktan emekliye ayırmışlardır.” Dostoyevski’nin kahramanı da kendisini mutlu etmiş, heyecandan coşturmuş “hayallerinin” yıldönümlerini kutlar. Bunlar bir türlü gerçekleşmemiş olayların, hayallerin yıldönümüdür. Gerçek bir hayat yaşayamadığı için zamanında kurduğu düşler peşini bırakmaz. Ama bunlar bile fakirleşmiştir. Çünkü yenilenmemiş, değiştirilmemiş ve en önemlisi gerçekleşmemişlerdir.

Yeterince çaba sarf etmeden hayallerimizden vazgeçmemiz başarısız olma korkumuzdan kaynaklanır. Bütünüyle isteklerimizden vazgeçmesek bile bazen hedeflerimizi küçültür ya da biçimini değiştiririz. Gerçekten insanın kendisini kandırmasının bin türlü yolu vardır. Ama sonunda kendisine söylediği yalanla yüzleşir, bedelini öder insan. Bu bedeli bazen donuklaşmış, tüm canlılığını yitirmiş bir yaşamı sürmekle öder. Bazense “keşke yapsaydım”deyip, dizlerine vurarak. Sonunda korkusu onu hareketsiz kılmıştır. Evet başarısız olmamıştır. Ama zaten hepimiz biliriz, hata yapmayanlar zaten hiçbir şey yapmayanlardır. Bir çoğumuz kendimizi bu grubun içine dahil etmeyiz, kendimize hareketsizliği yakıştırmayız. Ama kanımca daha yakından baktığımızda bir çoğumuz en azından bazı konularda zaman zaman hiçbir şey yapamadan beklediğimizi görürüz. Kendi ellerimizden kaçıp gitmesine izin vermişizdir tüm yaşamımızın.

Bu satırları yazarken Ömer Seyfettin’in ortaokul yıllarımda okuduğum bir hikayesi geliyor aklıma. Ne zaman bir konuda tıkanıp kalsam, başvurduğum öykülerden birisi olduğunu, beni esinlendiriğini anımsıyorum. Bu öykünün adı “Kütük”dür.

Arslan Bey’in komutasındaki ikibin kişilik kuşatma ordusu Şalgo burcunu sarmıştır. Arslan Bey kaleyi bir kurşun atmadan almak ister. Bunun için havaların bozulmasını, sisin artmasını bekleyecektir. Hava bozulmaya başlayınca askerlerine komut verir, onlardan istediği sadece gürültü çıkarmalarıdır. Askerler bu emirden pek bir şey anlamaz. Onlar saldırmayı beklerken komutanları sadece gürültü çıkarmalarını istemiştir. Buna karşılık askerler emri yerine getirirler; davular, kösler vurulur, kalkanlar çarpıştırılır. Atlar kişner ve askerler “Heya, Mola!” diye bağrışır.

Arslan Bey, kalenin önüne gelir ve teslim önerir. Daha iki gün önce başka bir kaleyi aldığını söyler. Sonra da 50 mandanın çektiği devasa topu göstererir, tek atışla savaşı kazanacağını söyler. Kısa bir zaman sonra Şalgo burcundakiler teslim olurlar. Esir alınan askerler daha önce bir benzerini görmedikleri bu devasa topu yakından görmek isterler. Topa yaklaşır, ona dokunurlar, kısa zamanda büyük bir şaşkınlıkla bunun bir top olmadığını anlarlar. Ağzı bile oyulmamış, sadece boyanmış ve biçim verilmiş bir kütüktür bu. Devasa bir kütük. Bunun üzerine esir kale kumandanının yüzü ekşir ve “Bu mertlik değil.” der. Arslan Bey buna karşılık daha bir kez bile patlamayan bir toptan korkup, mücadele etmeden teslim olmanın mertlik olup olmadığını sorar.

Ne zaman bir konuda tıkanıp kalsam, aklıma bu öykü düşer. Bir konuda yeterli çabayı göstermeden ben yapamam diye “teslim” olmanın doğru olmadığını düşünürüm. Belki de korktuğum, çekindiğim şey sadece bir kütüktür. Uzaktan bakıldığında devasa ve korkutucu olan şey bir yanılsamadan daha fazla değildir belki de. Onu benim için daha korkutucu kılan sisin içinde olmasıdır. Bir de onu çevreleyen insanlar bol bol gürültü çıkarırlar. Evet, kuşatma tamamlanmış gibidir. Ben de başarısızlıktan korkup geri adım atabilirim ya da başarısızlıktan emekli olmayı red eder, hayallerimin peşine düşerim. İyi bir vuruş için sopamı sallar, başarısız mı oldum, çocuklardan öğrendiğim gibi “toparlanıp bir daha denerim.”

Yazar: Onur Hınçer
 
bunu örnekleyen güzel bir sözle tamamlayabiliriz; Benim kitabımda vazgeçmek de yenilmek de yoktur... Ben kaybedenlere asla kızmam. Ama vazgeçenleri ve yenilgiyi baştan kabul edenleri siler atarım. Kaybetse de sonuna kadar mücadele edenler benim her zaman yanımda olacak ve onlar sonunda mutlaka kazanacak.

Kaybetmekten korkma! Bir şeyi kazanmak için, bazı şeyleri kaybetmelisin ve unutma kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde yenilirsin!
 
Üst